Yüzyılın Soruları Serisi: NEDEN SÜBJEKTİF YORUMLARA GÜVENMEMELİSİNİZ?

2

Bu soruya yanıt verebilmek için, önce kulak anatomisiyle ilgili bir ön bilgi verip, sonrasında test cihazlarının üstünlüğü ve gerekliliği konusuna değindikten sonra, deneylerle dolu birkaç soruyla konuyu açıklamaya çalışacağız.

Yıllardır ses sevenler arasında en çok tartışılan konulardan biri, acaba kendi kulağımıza mı verilere mi güvenmeliyiz sorusu olmuştur. Gördüğümüz kadarıyla yurtdışında insanlar artık daha çok veriye güvenmeye başlamışken, ülkemizde hala bu aşamanın çok uzağındayız.

Yıllar önce insanların elinde veri yokmuş ve herkes kulaktan duyma bilgilerle hareket etmeye mecburmuş. “Falanca bu cihaz iyi dedi” ya da “bu iki cihaz birbiriyle uyumlu dedi”, gibi sübjektif değerlendirmelere göre karar vermezseniz, elinizde başka veri olmadığı için, (bir, sıfırdan büyüktür mantığıyla) insanlar mecburen sübjektif değerlendirmelere başvurmak durumundaymış. Tabi bu değerlendirmeleri baz almazsak, seçim yapmak, karanlıkta yürümek gibi olurdu ve o zamanlar için bu doğru bir tercihti. Ancak, artık bilgi çağındayız. Firmalar paylaşmasalar bile, üçüncü tarafların ölçümlerine ulaşmamız mümkün. O nedenle, artık sübjektif yorumlar bir kenara bırakılıp, bilimin ışığında verilere dayanarak kararımızı vermeliyiz. Tabii ki, verilere baktıktan sonra tercihlerimizi dinleti yaparak da “kişisel zevklerimize göre” şekillendirebiliriz.

Peki neden kulağımıza değil de verilere güvenmeliyiz?

Öncelikle insan kulağının fizyolojik sınırları vardır. Bu sınırlar duyma ya da duyduğunu işleme olarak farklılaşabilir.

Frekans Aralığı: İnsan kulağı, 20 Hz ile 20 kHz arasındaki ses frekanslarını algılayabilir. Ancak bu aralığın dışındaki sesler (infrasonik ve ultrasonik sesler) insan kulağı tarafından algılanamaz. Objektif ölçüm cihazları ise daha geniş bir frekans aralığında ölçüm yapabilir.

Dinamik Aralık: İnsan kulağı, çok geniş bir ses şiddeti aralığını algılayabilir. Ancak, çok yüksek veya çok düşük ses şiddetlerindeki “değişimleri” algılama yeteneği sınırlıdır. Objektif ölçüm cihazları ise daha hassas ölçümler yaparak bu sınırlamaları aşabilir.

Algısal Bozulmalar: İnsan kulağı, yüksek ses şiddetlerinde veya belirli frekans aralıklarında distorsiyonlara ve algısal bozulmalara maruz kalabilir. Bu durum, ses ölçümlerinin doğruluğunu etkileyebilir. Objektif ölçüm cihazları ise bu tür bozulmalardan etkilenmez.

Öznellik ve Tutarsızlık: İnsan kulağı, sesleri algılama konusunda oldukça özneldir. Herkesin işitme duyusu farklıdır ve aynı sesi farklı şekillerde algılayabilir. Bu durum, ses ölçümlerinde tutarsızlıklara yol açabilir. Örneğin, bir kişi için yüksek gelen bir ses, başka biri için normal olabilir. Objektif ölçümler ise bu tür öznel farklılıkları ortadan kaldırarak daha güvenilir ve tutarlı sonuçlar sağlar.

Yaş ve Biyolojik Durum: İnsan kulağı, yaş arttıkça, genellikle 30 yaşından sonra, özellikle yüksek frekansları duymamaya başlar. Zamanla normal sınır olan 20khz, yaşlılarda 12-13khz’ye kadar düşebilir.

Duyarlılık ve Hassasiyet: İnsan kulağı, her frekanstaki sesi aynı hassasiyetle algılayamaz. Özellikle yüksek ve düşük frekanslardaki seslere karşı daha az duyarlı olabilir. Objektif ölçüm cihazları ise daha geniş bir frekans aralığında ve daha yüksek hassasiyetle ölçüm yapabilir. Bu sayede, insan kulağının algılayamadığı detaylar da belirlenebilir.

Hafıza ve Yanılgı: İnsan kulağı, sesleri kısa süreli olarak hafızasında tutabilir. Ancak bu hafıza, uzun süreli veya karmaşık ses ölçümleri için yeterli olmayabilir. Ayrıca, insanlar sesleri hatırlama konusunda yanılgılara düşebilirler. Objektif ölçüm cihazları ise sesleri kaydeder ve daha sonra detaylı bir şekilde analiz etme imkânı sunar. Bu sayede, hafıza ve yanılgı faktörleri ortadan kalkar.

Anlık Bireysel Faktörler: İnsan kulağı, çevresel faktörlerden (örneğin, yorgunluk, stres, hastalık) etkilenebilir. Bu durum, ses algısını değiştirebilir ve ölçümleri etkileyebilir. Objektif ölçüm cihazları ise bu tür çevresel faktörlerden bağımsız olarak ölçüm yapar.

Kulağın sesi şekillendirmesi: Kulağımızın yapısı bazı dalga boylarını daha iyi, bazılarını ise daha kötü duymamıza neden olur. İnsanlar sadece ses basıncı konusunda değil, sesin frekansları ve yönü gibi birçok konuda da oldukça özneldirler.

Kulak zarındaki ses basıncı artışı, özellikle bazı frekanslarda daha çoktur. Aşağıdaki tablodan göreceğiniz üzere; çeyrek dalga boru rezonans etkisinin neden olduğu 3.000Hz civarında bir birincil tepe vardır. Birincil boru rezonansı, kulak zarındaki ses basıncını yaklaşık 4.000Hz’lik ana rezonansta yaklaşık 12dB artırır. 9.000 Hz’e yakın daha düşük tepe basıncına sahip ikincil bir rezonans da vardır. Ek olarak, kafanın ön kısmına çarpan ses de dalga kırılımına uğrayacaktır; bu kırılım, aynı zamanda kulaklarda orta frekanslardaki ses basıncını da artırır. Bu etkiler bir araya gelerek, kulağın konuşmayla aynı frekanslar olan orta frekanslara karşı çok daha duyarlı olmasını sağlar.

Fletcher-Munson Eğrileri ile ilk olarak 1987 yılında ISO (Uluslararası Standardizasyon Organizasyonu) tarafından yayınlanan ve sonrasında 2003 ile 2023 yıllarında güncellenen aşağıdaki tablo, insan kulağının frekanslara göre SPL algılamasını göstermektedir. Gördüğünüz gibi insan kulağı alt frekanslara daha az duyarlıyken, özellikle konuşma frekanslarının bulunduğu orta frekanslara daha duyarlı yaratılmışlardır. Hatta bu yüzden, sizin haberiniz bile olmadan, ev sineması sisteminde AVR’ler alt frekansları otomatik olarak arttıracak şekilde ayarlanmışlardır.

Yukarıdaki eğriler, algılanan ses yüksekliğinin “frekans” ve “ses basıncı seviyesine (SPL)” göre büyük ölçüde değiştiğini ortaya koymaktadır. Örneğin, 30 dB’lik bir ses basıncı seviyesi, 1kHz’de 30 fonluk bir ses yüksekliği seviyesi sağlar, ancak; 20Hz’de, eşit derecede yüksek ses elde etmek için, 58dB daha fazla ses basıncı seviyesi gerekir. Eğriler daha yüksek ses seviyelerinde düzleşme eğilimi gösterir, bu da kulağın tepkisinin yüksek seviyelerde daha düzgün olduğunu gösterir. 90 fon eğrisi 1000 ila 20Hz arasında yalnızca 32dB yükselir.

İnsan kulağı yaratılış şekline göre 3 boyutlu uzayda her yönden gelen sesi eşit ölçüde algılayamaz. Binaural işitmede iki kulak birlikte çalışarak ses kaynaklarının yatay düzlemde konumlandırılmasını sağlar. İnsan kulakları yatay ve dikey düzlemde 2’şer adet olsaydı, (4 adet) o zaman yukarıdan ve aşağıdan gelen sesleri de daha iyi anlayabilirdik.

The Franssen Efekti (Effect): Kulak, ses kaynaklarının yerlerini belirleme konusunda nispeten beceriklidir. Ancak bazen yönü karıştırabilen işitsel hafızayı da kullanır. Franssen etkisi bunu göstermektedir. Yapılan deneyde, bir odada dinleyicinin soluna ve sağına iki hoparlör yerleştirilir. Hoparlörler dinleyiciden yaklaşık 1 mt uzakta ve yaklaşık 45° açıyla bulunur. Sağ hoparlör sessizken, ses, sol hoparlör aracılığıyla çalınır ve soldan gelen sinyal kapatılıp aynı anda aynı seviyede sağ hoparlörde çalmaya devam eder, böylece genel düzeyde kayda değer bir değişiklik olmaz. Bu durumda çoğu dinleyici, ses konumu sağ hoparlör olarak değişse bile, sinyalin sol hoparlörden geldiğini söylemeye devam edecektir. Bu, işitsel hafızanın sesin lokalizasyonundaki rolünü göstermektedir. Yani İşitsel hafızamıza güvenmek çok da iyi sonuçlar doğurmayabilir.

Haas Etkisi (Öncelik Etkisi) (İlk Dalga Cephesi Kanunu): Haas etkisi, 1949’da Dr. Helmut Haas tarafından keşfedilen psikoakustik bir olgudur. İşitme mekanizmamız, mekânsal olarak ayrılmış sesleri, kısa aralıklarla ve belirli koşullar altında bütünleştirip onları tek bir yerden geliyormuş gibi algılama eğilimindedir. Örneğin; kulak ve beyin, doğrusal sesten yaklaşık 35 msn (milisaniye) sonra gelen tüm yansımaları toplayıp bunları birleştirerek, (yansımaları yok sayarak) tüm bu sesin, orijinal ses yönünden geldiği izlenimini verir. İlk gelen ses, daha sonraki seslerin algısal kaynak konumunu belirler. Buna öncelik etkisi, Haas Etkisi veya İlk Dalga Cephesi Yasası denir. Bu süre boyunca entegre edilen ses enerjisi de ilave ses yüksekliği izlenimi verir. Yani orijinal kaynaktan daha çok ses geldiği algısı oluşur. Örneğin; sağ sol ön hoparlörlerden 70dB’lik bir ses çıkmasına rağmen duvarlardan yansıyan sesler de sanki ön sağ sol hoparlörden geliyormuş gibi hissedilir ve ses 70dB değil, mesela 73dB gibi hissedilir. Burada dikkat etmemiz gereken; belirli bir noktadan sonra kulak, test cihazları gibi doğrudan gelen sesi doğru yakalayamamaktadır.

Objektif Ölçüm Cihazlarının Avantajları:

Doğruluk ve Hassasiyet: Objektif ölçüm cihazları, yüksek doğruluk ve hassasiyetle ölçüm yapabilirler. Bu sayede, insan kulağının algılayamadığı detaylar bile belirlenebilir.

Tekrarlanabilirlik: Objektif ölçümler, tekrarlanabilir sonuçlar sağlar. Aynı ses kaynağı farklı zamanlarda ölçüldüğünde, benzer sonuçlar elde edilir. Bu özellik, ölçümlerin güvenilirliğini artırır. Bir hoparlör ya da AVR’yi diğeriyle karşılaştırmak ancak elimizde benzer veriler olduğu zaman mümkündür.

Veri Kaydı ve Analiz: Objektif ölçüm cihazları, sesleri kaydeder ve daha sonra detaylı bir şekilde analiz etme imkânı sunar. Bu sayede, seslerin frekans spektrumu, zaman içindeki değişimi gibi özellikler belirlenebilir.

Standartizasyon: Objektif ölçüm cihazları, uluslararası standartlara göre kalibre edilir ve kullanılır. Bu sayede, farklı laboratuvarlarda yapılan ölçümler arasında karşılaştırma yapmak mümkün olur.

Kendimize sormamız gereken sorular:

  • Dinleme yaptığınız yerde bir cihazı beğenmemek o cihazın kötü olduğu anlamına gelmemektedir. Bu yapılan en büyük yanlışlardandır. Çünkü burada ses kalitesini etkileyen birden fazla farklı faktör vardır. Odanın yapısı ve boyutları, cihazın odanın içinde durduğu yer, akustik düzenleme olup olmaması, kalibrasyon yapılıp yapılmaması ya da iyi/kötü kalibrasyona sahip olması, birlikte kullanılan cihazlar ve hatta dinleti yaparken içinde bulunduğunuz ruh hali bile sesi ya da sesin algısını değiştirebilmektedir. Bu nedenlerle, bir HiFi mağazasında çok severek seçip aldığınız subwoofer eve geldiğinizde çok kötü gibi gelebilir. Özellikle odanızın sese yaptığı etkiyi, kalibrasyon dosyalarınızdaki grafiklerden rahatça görebilirsiniz. Aynı cihazlarla farklı odada aldığınız grafik, burada çok daha farklı görünecektir. Oda sese 30db’den fazla etki edebilir. Bu inanılmaz yüksek bir rakamdır ve bir çok şeyi kökünden değiştirebilir.
  • Kulağımıza bu kadar güveniyorsak neden ölçüm grafiklerinde düzleştirme/yumuşatma (smoothing) yapılıyor? Normalde grafiklerde 0-20.000hz arasında tam 20.000 tane tepe ve dip olmalıydı ama kulağımız her frekansta bu kadar ayrım yapamadığı için bu grafikler mecburen yumuşatılmaktadır. Deney: Kulağına çok güvendiğini söyleyen o arkadaşınıza 500-510-520 hz sinyaller dinletin ve doğrusunu bulmasını isteyin. Bakalım bulabiliyor mu😊

  • Eğer bilimsel verilere güvenmiyorsak, neden AVR’lerimizdeki mikrofonlarla aldığımız kalibrasyon verilerine dayanarak kalibrasyon yapmaya çalışıyoruz, bu biraz tezat değil mi? Kulağımızla bu ayrımı yapabiliyor olsaydık, en kolayı bir pembe gürültü (pink noise) açıp buradan dinleyerek hangi frekansların kaç desibel sapma yaptığını söylememiz gerekmez miydi?
  • Bir cihazı dinlediğiniz noktada frekans eğrisinden sapmalar tepe şeklindeyse bu noktalar kulağınızı tırmaladığı için dikkatinizi çekebilirken, dip noktalar varolmadıkları/duyulmadıkları” için sizi rahatsız etmeyip, gözünüzden kaçacaktır. İnsan duymadığı şeyden rahatsız da olmaz öyle değil mi? Bu nedenle, birçok dibe sahip bir cihazı, iyi bir cihaz diye nitelendirmek mümkün mü?
  • Verilerini bilmediğiniz bir hoparlörün frekans tepkisi kötüyse, mesela 1khz’de 10db gibi büyük bir dip varsa, sizce bu hoparlöre kalibrasyon yapmak mı daha kolaydır, yoksa nötr bir hoparlöre mi? (Bu 10db farkı kalibrasyonla düzeltmek için tam 10 kat fazla güce ihtiyaç duyacağınızı unutmayın.)
  • Neden TV alırken, contrast oranı, yenileme hızı, renk skalası gibi özelliklerine bakıyoruz da, ses cihazı alırken bakmadan karar veriyoruz? Neden araba alırken, beygir gücüne ya da başka teknik detaylarına bakıyoruz ya da telefon alırken, kamera ve işlemcisine bakıyoruz? Çok ilginçtir ki, belki de bir tek ses cihazlarında “verilere bakmayın, dinleyerek karar verin” deniyor. Aslında tam tersi bir telefon, koyulduğu odaya göre işlemci hızından bir şey kaybetmezken, hoparlör odaya göre çok farklı karakterde ses çıkartabiliyor. Bu nedenle, aslında ses cihazlarının teknik verileri, doğru seçim yapabilmemiz için, bir telefona kıyasla daha çok önem arz ediyor olmalıdır, değil mi?
  • Az çok bilgi sahibi biri, zaten ölçümler varken kimsenin sübjektif yorumlarının önemli olmadığını anlayabilir. Hele bu sübjektif yorumlar bilimsel verilerle çakışıyorsa zaten bu yorumları direk görmezden gelinmesi gerekmektedir. Israr eden kişilere, bunu teknik açıdan anlatmalarını isteyin. Emin olun “ben dinledim öyleydi” cümlesinden başka bir açıklama yapamayacaklardır.

  • Verilere bakmayın diyen insanlardan çok basit bir deney yapmalarını isteyin:
  1. Kulaklarının bilgisayarlardan daha duyarlı olduğunu iddia eden bu kişiler, subwoofer’ın karşısına otursun, sizde arkadan faz ayarlarını değiştirin ve kaç derece değiştirdiğinizi sorun.
  2. Hatta daha kolay bir deney: bu kişi sırtını ekrana dönerek otursun, sevdiğiniz bir müzik açın ve rastgele sesi arttırın. 2 desibel, 5db, 8 db, 15db gibi rastgele artışlar yapın ve her seferinde sesi kaç desibel artırdığınızı sorun.
  3. Daha da kolayı: sesi yavaş yavaş artırmaya başlayın ve o kişiye sesin ilk haline göre ne zaman iki kat arttığını düşünüyorsa orada size dur demesini söyleyin. Bunu 3-5 kere tekrarlayın. Birçok kez sesin ne zaman 2 kat arttığını bile tam olarak söyleyemeyecektir. Hatta bunu üst frekanslarda farklı katlarda ifade ederken, alt frekanslarda farklı katlarda söyleyecektir.

Aynı deneyleri eşinizden ya da bir arkadaşınızda yardım alarak kendiniz de tekrar edebilirsiniz.

İşte yukarıda saydığımız bu gibi nedenlerden dolayı, kimsenin sübjektif değerlendirmeleriyle sizi yanlış yönlendirmelerine izin vermeyin. Başkasının aklına değil, bilime güvenin…

 

 

2 comments

Leave a reply